Ölümü hatırlayış!..

 

  

Ölümü hatırlayış!..

 – Yunus Emre lisanından-Ölüm fikri, insanın, hiç şüphesiz en temel düşünceleri arasında yer alır. Hasret, korku, pişmanlık, keder, ıstırap gibi menfî ruh hâlleri çok zaman ölüm endişesiyle birlikte anlam kazanır.

 Ölümün hakikatini bilen kullara göre ise ölüm bir sevincin, bir bahtiyarlığın, bir vuslat ve visalin başlangıcı; Cemal’e ve Didar’a açılan bir kapıdır… Bu kapının eşiğine varmayı arzulayan kullar, hani şu Bizim Yunus gibi erenler için duygular bir medd ü cezir halidir ki, hayat ile ölüm arasında şimşek hızıyla gelir, gider, telvine bulaşır, ha demeden hayran olur…

Yunus bir yiğit adamdır ki herkes gibi ona da ölüm ezelde takdir olunmuştur ve mahlûkatın küllisi gibi o dahi fani olduğunu bilir. Dizeleri arasında sık sık söylediği gibi ölüm, sürekli hayatın başlangıcı, fanilikten ebedîliğe açılan bir kapıdır. Yaşanmaması mümkün olmayan bir serüvendir ve hayat başladığı anda ilerlemeye, tik-tak demeye başlar. “Her nefis ölümü tadacaktır” kuralına ittibaen dünya bir ulu şar, ömür de bir tez pazardan ibaret olmak zorundadır. Müminin bilmesi gerekir ki hayır-şer yazılacak, ömür ipi üzülecek ve suretler hep bozulacaktır. O halde canı verip-alanı tanımak gerekir. “Bu cân sana bâkî kalmaz, anda varan geri gelmez / Yunus, kim öldürür seni, veren alır yine canı.”

Efendiler Efendisi’nin sözüyle “Ölüm insana vaiz olarak yeter.” Yunus diliyle de mal, mülk ne kadar çok olsa yine elden çıkar. Çünkü ölümlü dünya bir pazardır ki orada canlar satılmaktadır. Diyelim ki, “Berk yapıştın şol dünyaya, koyup gitmeyesin gibi / Karanu yalınız sinde, varıp yatmayasın gibi”; ne çare, “Günde birin gide durur, komşun sefer ede durur / Ecel bir bir yuda durur, bu dünyaya mağrur nedir”. Kişi diyebiliyorsa ki, “Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeye geldim / Bezirgânım metâım çok, alana satmaya geldim” o halde şu prensipleri akılda tutmak zorundadır: “Ey dostunu düşman tutan, gıybet yalan söz söyleme / Bunda gammazlık eyleyen, anda yeri dar olusar”. Daha da güzeli şöyledir: “Namazı kıl zikreyle, elin götür şükreyle / Öleceğin fikreyle, tur erte namazına (sabah namazına kalk)”.

Ölümün ilk durağı kabre çıkar. Kabir, zahirde bir tükeniş ve bir son; bâtında ise bir diriliş ve bir başlangıçtır. Bedenler, kabirde bir taş yastığa baş koyup yatmaktadır, kemikler ve etler sızlamaya başlamıştır. Sorular ve cevaplar ile bir imtihandır başlar: Rabbin kim? Kitabın hangisi? Zamanını nasıl harcadın? Evlâtların, malların vs. vs… “Soru hesap olmayısar, dünya âhiret koyana / Münker Nekir ne sorar, tek olucak cümle murâd”. Artık kişi gerçekten ameli ile baş başadır; dostları, akrabaları, evlâtları onu kara toprağa koymuşlar ve âdeta kaçarcasına da başından uzaklaşmışlardır. Hoca talkını verip gitmiştir. Ölen, başını mezar tahtasına vurmuş, dünyadan göçtüğünü anlamıştır. Çok geçmeden sorular başlar. Bu sorulara samimî verilmiş cevaplar yoksa, zorlu bir fırtına koptu demektir. Yok eğer kişi sözünde doğrulardan ise bu başlangıç bir esenlik, bir huzurdur. Bu hâl kıyamete dek sürer ve “Bu şardan üç yol çıkar, biri cennet biri nâr / Birisinin arzusu maksûd didâra benzer”. O günde, iyi amellere şiddetle ihtiyaç olduğu da kesindir: “Bir hastaya vardın ise, bir içim su verdin ise / Yarın anda karşı gele, Hakk şarabın içmiş gibi”.

Ahiret yolculuğu iki ayrı kapıya açılır. İyiler ve kötüler, amellerinin veriliş biçimine göre Sırat köprüsünden itibaren ayrılırlar. İyiler için cennet, zalimler için de cehennem yolun sonudur. Yunus değiliz ki “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları bana Seni gerek Seni” diyebilelim de cennetten geçelim; ah keşke!.. Ne yazık ki biz cennete muhtacız. Bunun için namazımız, niyazımızın yetmeyeceğini de biliyoruz; çok çalışmak, çok çok çalışmak ve ölmeden evvel yine çok çalışmak zorundayız. Ve Allah’a yarayışlı güzel şeyler yapmak… Bu dahi aşk ile olur. Aşk var ise gerisi kolaydır. Çünkü “Mânâ eri bu yolda melûl olası değil / Mânâ duyan gönüller, hergiz ölesi değil”dir. Bunun adına hem dünya, hem de ahiret tasarrufu diyorlar; yoksa bedenin öleceğinden hiç endişe duyulmasın: “Âşık öldü deyu salâ verirler / Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”İnanıyoruz ki ölüm bir güzellik, bir başlangıçtır. Dirilmek için ölmeye muhtacız. O halde mezar taşlarındaki “ah mine’l-mevt (Ah ölümden!)” ibarelerini belki “ah ile’l-mevt (Ah ölüme!)” diye değiştirtecek bir hayat gerekiyor bize. Ölümden sonrası için umudumuz, korkumuzdan öndedir elhamdülillah!..

 

İskender PALA

4 Yorum (+add yours?)

  1. nasıl yapılır?
    Mar 03, 2011 @ 00:07:07

    Allah Razı olsun.

    Cevapla

  2. Dolunay
    Mar 02, 2011 @ 23:24:07

    Yazınız çok güzel. Teşekkürler.

    Cevapla

  3. Dolunay
    Mar 02, 2011 @ 23:22:44

    Lamı cimi yok!
    Her nefis ölümü tadacaktır.

    Cevapla

  4. kardelen24
    Mar 01, 2011 @ 10:29:00

    Dilimi değdirdiğim yere kalbim yetişir mi?

    Korkuyorum. Dilim kolayca dolanıyor süslü kelimelere. Büyük laflar damağımın her yanına yapışmış gibi. Dudağımdan sözler yâr yüzünden düşen yaşmak gibi kayıveriyor göğe. Göğsünde taşıdığını bilmiyor gibi, içinde büyüttüğünü tanımıyor gibi heceler. Ayrılık sözleri dilimden eksik olmuyor. Ölümü sıkça anıyorum belki. Hasret, hüzün, keder, sızı, sancı, ağrı, ölüm, ayrılık, özlem birer kelime sadece… Dile dokunduğunda acıtmıyor, kulağa vurduğunda can yakmıyor. Bunlar sözler, sadece sözler, sadece sözler. Ağzımda kolayca yankılanıyorlar. Bir çok kulağa çarpıyorlar. Belki bir kaç kalbe de iniyor. Havada asılı duruyor sesler. Harflerin zincirine tutunuyor sözler. Dört harf “ölüm ve sadece iki hece. “Ölüm” derken, kelimenin tam ortasında dil damağa değiyor. Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor. “Ölümmmm.. Buluşuyor dil ve damak. Isınıyor dudaklar, kavuşuyor. Kolay ölüm… bu kadar kolay. Demesi kolay.. Ya olması ölümün. Ya dudakları soğutması. Eşiğinde durmak son nefesin nasıl bir tükenmişlik. Nice bir yangındır ömrün bir nefese daha yetmemesi.. Ölümün kendisini ruhunla hecelediğin oldu mu? Ayrılığı kıvrana kıvrana içtin mi hiç? Hasretin tam ortasında kala kalıp zamanın kırık cam parçaları gibi gırtlağına battığını hissettin mi? Korkuyorum. Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya herşeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler… Ölümün yüzüne yüzünü değdiren ne çok yüzler oldu. Güldü mü ölüm onların yüzüne? Gözleri ölümün gözleri olunca neyi gördüler? Hangi hasretler koşuştu dudaklarına? Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi? Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor. Bir ölünün gözlerine yığıyor tereddütlerin hepsini. Sessizce iniveren kirpiklerin ucuna savuruyor geç kalmışlıkların hepsi. Sanki ruhunu dudakları arasındaki ince çizgiye biriktirmiş gibi ölümler, hem hiç konuşmuyor hem hep konuşuyor. Hayat gibi değil ölüm. Az konuşuyor. Heceleri sessiz. Sözleri keskin. Benim gibi sözlere tutunma sevdası yok ölümün. Ömür boyu suskun. Bir kez konuşur ve konuştuğunda en büyük sözünü söyler. Ne kadar konuşsam ve yazsam, ancak ölümün sözünü ederim. Ölümün sözü, ölümün kendisi değil. Bir beden ki, ölümün kırık hecesidir her daim. Hücre hücre ölüme yazgılıdır içinde yürüdüğüm bu gövde. Zamanın her “tik-tak”ı uzaklıkların sinsi habercisidir; çatlaklar açar aramızda, içimizde. Hayat, aslında hep ölümü anlatır dinleyene. Hayat ölümle berbat olsun diye değildir bu. Ölümün eşiğinde yaşanan bir hayat daha çok anlam arar kendine, daha çok heyecan bulur da o yüzden. Ölümü bilirsen çerçeve çizersin kendine. Bildiğin, beklediğin bir son varsa, hayatı som bir altın gibi işlemeye koyulursun. Ucunu açık sanırsan, oyalanmaya durursun, hoyratça savurursun, oyuna dalarsın. Rüyanın rüya olduğunu bile unutacak sahte bir uyanıklık içinde uyursun. Uyanamazsın. Buraya yazıyorum: en güzel, en içten yazımı öldüğümde yazmış olacağım.. En sahici nasihatimi, en umulmadık haykırışımı cenazem söyleyecek sana. Hayata nokta koyduğumda yüreğine çelikten sözler dikmiş olacağım. Çelikten sözler.. Ezsen de unutkanlığınla, kalbinin odacıklarında bir yerde suskun bir tohum gibi patlamayı bekleyecek. Hiç beklemediğin anda çiçekler açacak, buruk meyveler sunacak. Sen sus ey ölüm.Ben sana hece hece yaklaştıkça, sen bigâne kal. Ben kelimelerle yoluna tuzak kurdukça, sen suskunlukların ardına kaç. Ben ele avuca sığdırmaya çalıştıkça seni, sen perdeler ardına saklan. Sen sus ki, bana söz söylemek kalsın.Yalan sözler. Kuru sözler. Ağız dolusu. Dil bulaşığı. Yüreksiz sözler. Sözler kalsın. Yalanı dilimden uzak eyle Rabbim

    ——————————————————————————–

    Cevapla

Yorum bırakın